HAYAT ENGEL TANIMAZ – HARİKA ÇOCUK

Harika Çocuk

             ORHAN KEMAL HİKAYELERİ

               HARİKA ÇOCUK

 Bisküvi, çikolata, kâğıtlı şeker, zeytinyağı, sabun yapımevleriyle küçük tamir atölyelerinin yan yana odalarda bulunduğu, sefertasına benzeyen hanlardan birinin genzi tıkayan pis havası içinde ekmeğini küçücük pedalıyla kazanmaya çalışan bir arkadaşı görmeye gitmiştim. Bulamadım. Dönecektim ki kapı yanında duran büyükçe bir tahta sandığın içinde onu gördüm: Peynir ekmekle domates yiyordu. Kirli, kıvır kıvır sarı saçları vardı. Makine yağıyla kararmış yüzü, içlerinden aydınlanan harikulade yeşil gözleri…
  — Matbaacı abiyi mi aradınız?
  — Evet.
  — Az evvel kâgat kestirmeye gitti. Gelecek.
Yanındaki boş bir tahta sandığı ters çevirip ikram etti:
  — Buyurun, oturun! Öyle tatlı bakıyordu ki oturdum. Ekmeğini bölerek uzattı. Aç olmadığımı söyledim.
  — Yoksa ellerim kirli diye mi?
  — Yok canım.
  — Bizim işte temiz kalınmıyor ki…
Tamir atölyelerinden birinde çıraklık ettiğini sanarak, sordum:
  — Ne iş görüyorsun?
  — Torna, tesviye…
  — Ha? Katıla katıla güldü:
  — Kim duysa şaşıyor. Bu eylülde on ikiyi bitiriyorum halbuki… — Yani, torna tesviyeye ait her işi yapabilir misin?
  — Ne var yapamayacak? Babamın atölyesi vardı eskiden. Sabahları okula giderdim, öğleden sonra da atölyeye.
  — Kaça kadar okudun?
  — İlkin dördüne kadar.
  — Sonra?
  — İki kardeşimle ortada kaldık.
  — Okulu bıraktın. Sever miydin okulu?
İçini çekti:
  — Hem de nasıl!
  — Ne olmak isterdin?
  — Kaptan. Büyük denizlerde, dalgalı, korkunç denizlerde dolaşmak. Avrupa’ya, Amerika’ya gitmek. Ekvatoru geçerken vapurda eğlence gırla gidermiş. Doğru mu?
  — Doğru…
  — Sonra, New York limanındaki Hürriyet heykeli. Boyu kaç metre onun? Büyük mü?
  — Bilmem.
  — Robenson Kruzoe’yi okudunuz mu siz?
  — Okudum.
  — Issız adada nasıl da yaşayabilmiş? Değil mi? Böyle şey olur mu?
  — Olmasa daha iyi değil mi?
  — İyi ama, oluyor. Yahut da yazarı öyle düşünmüş. Ama iyi düşünmüş. Ne olursa olsun, aferin Robenson’a. Issız adada elini kolunu bağlayıp durmamış, hemen işe girişmiş. Marifet ölmemek değil mi? Yaşamak!
Makine yağlarıyla kirlenmiş mendilini çıkarırken, gözlerim tulumunun geniş cebindeki cam misketlere ilişti. O da bunun farkındaydı. Çıkardı, avucunda şıkırdatarak:
  — Ne yapalım, dedi. İş, iş, iş… Bunalıyor insan. Paydoslarda Ateş Ali’yle oynuyoruz.
  — Ateş Ali kim?
  — Alt kattaki bisküvi yapımevinde çalışıyor. Bizim mahalleli. Her sabah işe birlikte geliriz. Benim annem yok, onun babası. Maça, sinemaya filân da beraber gideriz.
  — Misketi mi çok seviyorsun, sinemayı mı, yoksa maçı mı?
  — En çok maçı ama, hava alıyoruz.
  — Niye?
  — Numaralı tribün bize göre değil. Tekliği toka ettik mi, Teksas’a bırakıyorlar. Teksas’ta da boyumuz yetişmiyor. Stadyumu yaparken çocukları düşünmemişler!
  — Siz de?
  — Biz de sinemaya gidiyoruz Ali’yle çokluk… Tabiî pazarları. Babam evdeyse, sabahleyin erkenden tüyerim. Doğru Şehzadebaşı’na.
  — Değilse?
  — Değilse tüymek olmaz. Su ısıtmak, yıkanmak, kardeşlerimi yıkamak vazifesi bana düşer.
  — Kaç para kazanıyorsun tesviyecilikten?
  — On lira haftada.
  — Yetiyor mu?
  — Bu pahalılıkta yeter mi? Başka atölyelerden yirmi beş lira veriyorlar ama, gidemiyorum. — Niye?     
  — Usta babamın arkadaşı!
  — İşte de bir dalavere olmasın?
  — Benim de aklıma gelmiyor değil. Kötü şeyler düşünmek istemiyorum.
Dereden, tepeden uzun uzun konuştuk. Bu arada her gün, sabahın beşinde çalar saatin sesiyle uyandığını, gaz ocağına çaydanlığı oturttuğunu, bulaşıkları yıkadığını, çarşıdan ekmek peynir aldığını, altıya doğru kardeşlerinin karnını doyurup altı buçukta omuz omuza işçi kalabalığıyla vapura binip yedide köprüye geldiğini, yediyi çeyrek geçe de atölyede iş başı yaptığını öğrendim.
  — Peki, ne olacak bunun sonu?
  — Ne gibi amaca?
  — Meselâ, bir imkân çıksa karşına. Tekrardan okula girip, sonunda da kaptan olmak ister miydin? İlkin gözleri sevinçle parladı. Sonra sönükleşerek bir noktaya takıldı kaldı.
  — Ha? İster miydin?
  — İsterdim ama…
  — Ama?
  — Kardeşlerim. (…)
İçimde bir damar sızladı.
  — Benden geçti. Kardeşim okuyor. Öteki küçük daha. Büyüyünce onu da okula vereceğim. Haftalığım elli olur o zaman herhâlde…
Birden sordu:
— Amaca.
— Ha?
— Benim boyum hep böyle kısa mı kalacak?
— Niçin? Büyümüyor mu?
— Annem ölmeden evvel duvara kurşun kalemiyle çizmiştim. Ölçüyorum. Hâlâ aynı yerde. Yoksa cüce mi kalacağım?
Dudaklarımdan çıkacak cevabı heyecanla bekliyordu ki, makine şakırtıları yüklü sıcak koridorun kirli aydınlığında iri yarı biri belirdi:
  — Ayhan!
Onun da üstü başı, eli yüzü kir pas içindeydi.
Çocuk sandıktan fırladı:
  — Hâlâ karnını doyurmadın mı?
  — Doyurdum. — Doyurduysan, git de o borulara diş aç!
  — Peki usta…
Beni unutmuştu bile. Koridorun kirli aydınlığında koşarak uzaklaştı. Dipteki atölyeden içeri girdi. Peşinden gittim. Atölye penceresinin kenarından heyecanla seyrettim: Boyu yetişmediği için ters çevrilmiş bir tahta sandığın üzerinden idare ediyordu makineyi. Makineyse, çocuğun emri altında munis bir hayvan kadar uysal, yere kıvrım kıvrım, pırıl pırıl demir yongalar dökülüyordu.

Değerlendirme: 1 / 5.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s